20.3.11

reçelin iyisi

1. (ŞU ARALAR)
The Pope, EXMAGMA, Almanya, 1975.
2. (ŞU ARALAR)
It'a So Nice, EXMAGMA, Almanya, 1975.
3. (ŞU ARALAR)
25 Two Seconds Before Sunrise, EXMAGMA, Almanya, 1974.
4. (ESKİ)
Watkins Glen Soundcheck Jam, GRATEFUL DEAD, USA, (1973).
5. (ÇOOK ESKİ)
Careful With That Axe Eugene, PINK FLOYD, İngiltere, (1969).





Son zamanlar karşılaşıp sevmiş olduğum bir diğer grup da Exmagma oldu. Sevdiğim türden bir jamming havaları var. Müziğin daha çok grup doğaçlaması pratiğine yaslanmış haline diyorlar jam diye. (Bu “reçel” olan “jam”den gelmiyordur herhalde, ama ikisi de “doldurmak, tıkıştırmak, istiflemek, sıkıştırmak” falan gibi olandan geliyordur tahminimce). Bu jam işinin müziği ve müzik içinde kendisini çok özel kılan bir tarafı var. Müzik zamanın içinde olup-oldurulup biten bir şey ya hani, onun zarfı da, iskeleti de her şeyden çok zaman ya, doğaçlama halleri de işte bunu iyice vurgulayan, güzelce çıplaklaştıran haller. Müziğin “hemen o an, hemen oracıkta”lığını baş tacı eden. 


Dediğim gibi, Exmagma’da sevdiğim türden bir reçelleme havası var: altta, öylece ortaya atılmış gibi duran ve ısrarlı, kararlı bir monotonlukla tekrarlanan basit ve güçlü bir riff, ki böylece asıl meselesi, üstüne gelecekler için daha geniş bir hareket alanı bırakmak olacak. Bunun üstünde de, çoğunlukla olduğu gibi “solo” yapan enstrümantalistler değil, vokal dahil, kısa, vurgulu müzikal ifadeleri katman katman döşeyen el işçileri. 

Bu tür jamler, çok becerikli, derinlikli, birikim ve donanım sahibi müzisyenlerin ellerinde bambaşka şeylere dönüşebiliyor. Miles Davis’in Bitches Brew Sessions’ı örneğin, (kesilip kısaltılmamış versiyonu) 3 saatten uzun süren bir “müzik, şu an buracıkta yeniden anlamlandırılıyor, haberiniz olsun” performansı. Ama ben bu halleri o kadar usta, ya da iddialı diyelim, olmayan müzisyenlerin ellerinde de çok seviyorum. Hatta öylesini bir başka türlü seviyorum. Elleri enstrümanlarının üzerinde, hem onların hem bizim, hepimizin birden derdini söyleyiverecek yeri arayıp duran, bulacaklarından değil elbet, ama sahneye (ve kayda) da bu arayışı dürüstçe koyan gruplar. Çok iyi bildiklerini çok iyi anlatan değil de, hep bi şeyler dillerinin ucundaymış gibi çalan insanlar. Böyle olunca “o an, orada”lık hali çok inandırıcı oluyor. Pink Floyd’un ilk yılları geliyor akla, beni bu hallerle tanıştıran albümler onlar. Özellikle Ummagumma, özellikle de canlı olan ilk yarısı, ve özellikle de yukarıdaki şarkı, bana çok o an, orada olma hayalleri kurdurmuştur. Başkaları da geliyor elbet, Soft Machine mesela (ama ben onların o kendine cazcı hallerini biraz sıkıntılı buluyorum. Exmagma’yı tercih ederim). 

Bunlarla birlikte, bazıları Jam Band dendiği zaman bir tanecik “the Jam Band” bilirler: Grateful Dead. Böyle “başkasını tanımam” hallerine gerek yok elbet, ama Dead’in bu alanda kıyas tanımaz bir isim olduğuna da şüphe yok. Bambaşka derya Grateful Dead, onu anlatmaya bu yazının nefesi yetmez, ama jam hallerinden bahsediyorsak da, meşhur Watkins Glen Soundcheck’i anmamak da günah yazar. 

Yukarıdaki kayıt, tam olarak isminin söylediği şeydir; Watkins Glen festivalinde sahne almadan bir gün önce yapılan soundcheck sırasında kaydedilmiş olan jam. Dahası bu jam, soundcheck’in sadece bir kısmıdır, tamamı, bilinen bazı şarkılarını da çaldıkları saatler süren bir performans aslında. Hikaye şu; Watkins Glen, tek günlük ve Dead ile birlikte The Band ve The Allman Brothers Band’in sahne alacağı bir açık hava festivali. Konserden bir gün önce, sahne kurulduktan sonra, gruplar soundcheck yapmak istiyorlar, fakat festival için gelen binlerce insan da sahnenin önüne yerleşmiş bile. Yine de The Band çıkıp soundcheck’ini yapıyor, Alman Bro. çıkıp yapıyor, birkaç da şarkı çalıyor. Sonra Dead çıktığında inmek bilmiyor, oradaki herkese, bir gün önceden tamamen bonus bir ziyafet veriyor. Tabi bunu iyilik olsun diye de yapmıyorlar, insanlar onları sevsin diye de, onlar seviyorlar çalmayı, çalmaya doyamıyor adamlar. Ertesi gün, asıl konser zamanı da uzun bir performans daha. (Ve söylemeye gerek yok, ikisi aynı repertuar değil, jamler zaten işin doğası gereği aynı değil.)

Bu hikaye, doğaçlamanın ruhuyla ilgili çok katmerli bir tat veriyor; doğaçlamaya dayalı bir müzik ve bunun doğaçlama oluşan sunumu. Sunumu da, eserin içeriğine uygun bir sanat eseri haline gelen bir sanat eseri, nefis. Bu çalanın gerçek değerine ve anlamına varabilmek için o an orada olmak gerekir herhalde. Ya da hayal edebilmek için, normalde 3 dakika süren bir şeyin sürdükçe sürmesi hissini canlandırmak lazım, müziğin her anını “biraz sonra keserler herhalde” diye düşünerek dinlemek lazım. Zamandan çalınmış bir şey gibi, haddinden uzun süren bir “şimdi” hali gibi. Nefis ki ne nefis. 

Jamin kendisi de Dead müziği ile ilgili iyi bir fikir veriyor. Enstrümanların, daha doğrusu müzisyenlerin birbirlerine göre pozisyonları, karşılıklı ilişkileri çok kendine has. Bas gitar mesela, her yerdeki o “alt yapıyı kuran geri hizmet elemanı” değil burada, diğer gitaristler gibi çalıyor neredeyse, sadece daha alt notalardan. Bir yerlerde Jerry Garcia’nın, Dead’in tamamını bir çeşit drum circle’a benzettiği bir röportaj okumuştum. Sırayla öne çıkılan doğaçlama durumuna göre daha kolektif. Gruba, o asla kendisini yakıp tüketmeyen enerjisini veren şey bu belki. Bir de, elbette, sahnede çalınan şeyin en iyi dinleyicisinin grubun kendisi olması gerekiyor böyle müthiş karşılıklı iletişim, etkileşim falan.. Neyse, apaçık ortada olan şeyler bunlar. 

Hepsi bir yana, bu Watkins Glen, çok nefis hikaye. 


GRATEFUL DEAD

11.3.11

anadolu rock?

1. (YAKIN ZAMAN)
Cometa Rossa, AREA, İtalya, (1975).
2. (ŞU ARALAR)
A La Turca, MIDNIGHT SUNDanimarka, 1972.
3. (ŞU ARALAR)
Batum, MIDNIGHT SUNDanimarka, 1974.
4. (ESKİ)
Strasse nach Asien, EMBRYO, Almanya, 1979.
5. (ESKİ)
Satori Part 2, FLOWER TRAVELLIN' BAND, Japonya, 1971.
6. (YAKIN ZAMAN)
Viva Mi Sevilla, CARMENİngiltere, 1974.
7. (YAKIN ZAMAN)
Arap Bebeğin Dansı, 21. PERON, Türkiye, 1975.

(Anlaşılıyordur gerçi herhalde ama, yıl parantez içinde olduğunda canlı kaydın yılı demek oluyor, şarkının ilk çıktığı yıl değil.)



Listenin ilk beş şarkısı isim, adres bilmeden ve çok da dikkat etmeden dinlense kolaylıkla "bi anadolu rock grubu herhalde" diye yakıştırılabilir. Şimdi buradan "helal olsun bizim çocuklara, dört bi yandan insanları baya etkilemişler"e gitmeyeceğiz, baştan söyleyeyim. Anadolu rock demiş bulundukları şeyi birazcık eleştirmek için seçtim aslında bu şarkıları. Eleştirim müzikal kalite temelinde de olmayacak; haksızlık olurdu, Area ve Embryo mesela, kendi (burdakine göre çok daha şanslı) bağlamları içinde de oldukça öne çıkan isimler, bizden niye böylesi çıkmadı diye yerinmenin anlamı yok. Müziği de, temsilcilerini de çocukluğumdan beri çok sevmekle birlikte, benim bir zamandır bu anadolu rock meselesi ile ilgili bazı sıkıntılarım var. Çok uzatılacak bir şey değil, özetle şu: 

Bu dört ismin her birisinin birden fazla albümünü dinledim, adamlar senfonik rockdan jazz rock'a, oradan bilmem nereye kocaman bir alanda keyifle dolanıyorlar, bu esnada arada dünyanın müzik birikimine de kulak kabartıyorlar, ilgilerini çeken ne varsa iştahla hazmetmeye çalışıyorlar. Buraların (sadece anadolu değil, daha geniş bir orta doğu - doğu akdeniz coğrafyasının) ritim örgüleri ve melodi yapılarının nasıl zengin, lezzetli olduğu da ortada, tadını çıkarıyorlar. Hepsinin hikayesi ayrı, ama müzikal seyahatlerine ne sebeple ya da vesileyle çıkmış olurlarsa olsunlar, sonunda çıkan ürünü dünya vatandaşı müzisyenler olarak ortaya koyuyorlar. (Bunun samimiyetini yitirip bir çeşit turizme yönelmesi riski de var elbet ama onun yargısına kulaklarımız varabilir). (Diğer yandan aynı ortam sadece gezinenleri değil, tek bir lokal müzikal kültürün yoğunluklu araştırmasına girişenleri de kolayca barındırıyor, Carmen mesela; sadece bir çeşit flamenko-rock ile ilgilenmiş, İngiliz menşeili bir grup. Bunları çok dinledim son senelerde, daha da koyarım). 

Aynı dönem burada, anadolu rock dahilinde olan, bununla karşılaştırıldığında, oldukça dar kalıyor. Bu biraz yüzyıllık "batının iyi yanlarını alalım, kendi kültürümüzü üstüne serpelim öyle yutalım yoksa bizi bozar" türküsü gibi sanki. Ve aslında bir çeşit tutuculuk. Dönemin rock müziğinin yaşadığı küresel sıçramanın, yaygınlaşmanın ve aydınlanmanın çok doğru bir yerinde durmuyor. Elbette pek çok iyi iş yapılmış, zevkle dinlenen pek çok şarkı var, ama saplanılıp kalınan "milli bir rock" yaratma takıntısı başka her olasılığı da ya baştan elemiş, ya da bastırıp köşesine sıkıştırmış. İsim de bir çeşit oksimoron zaten, sanki yapılan iş, temel olarak zamanın ruhuyla değil de yerinkiyle ilgiliymiş gibi. Bruno Taut, Nazi döneminde Almanya'dan kaçıp Sovyetler ve Japonya'dan sonra Türkiye'ye sığınmış, akademiyi yönetip pek çok bina tasarlamış ve burada ölmüş, zamanının çok önemli bir mimarı, Türkiye'de daha çok öğrencilerine yönelik yazdığı kitapta şöyle demiş; "her milli mimarlık kötüdür, her iyi mimarlık millidir". Uyarlarsak; siz oturup samimiyetle çaldığınızda elbette içinde anadolu olacak, ama anadolu çalmaya oturulduğunda, hele ki memlekette başka bişey çalmaya kalkanın şansı olmayacaksa, o basbaya kötü olacak, yanlış olacak (rock müzik için konuşuyorum, başka tür için değil). Biliyorum, büyük ihtimale bu, müzisyenlerden çok müzik piyasasının dar kafalılığının sonucudur ("sizin bu cızırtılar satmaz, ama herkesin bildiği türküleri cızırdayın, o satar"). Ama bu Anadolu rock/pop meselesinde ismi sık geçen müzisyenlerin de bunun kavgasını verdikleri ya da sorgulamasını yaptıklarına dair bir iz de yok pek - ya da ben bilmiyorum. Araya kaynamış ve bugün kayıtlarına çok zor ulaşılan bazı çok iyi gruplar var sadece. (Bkz. 21. Peron). 

P.S. Bu arada, Midnight Sun Batum'da nasıl da beceremiyor sanki di mi..

5.3.11

müşfik dev

1. (ESKİ)
Wreck, GENTLE GIANT, İngiltere, 1971.
2. (ESKİ)
Black Cat, GENTLE GIANTİngiltere, 1971.
3. (ESKİ)
Giant, GENTLE GIANTİngiltere, 1970.
4. (ESKİ)
Three Friends, GENTLE GIANTİngiltere, 1972.
5. (ESKİ)
Funny Ways, GENTLE GIANTİngiltere, 1970.
6. (ESKİ)
Aspirations, GENTLE GIANTİngiltere, 1974.
7. (ESKİ)
Think of Me with Kindness, GENTLE GIANTİngiltere, 1972.
8. (Video) 
(ESKİ)
Free Hand, GENTLE GIANT, (1978).




Belki biraz kişisel, ama en bariz şeyi söyleyerek başlamak isterim: Rock müzik tarihinin en güzel, en sempatik albüm kapağı değil midir bu?

Gentle Giant: bana sorarsanız bu müzik yağ gibi akıyor, ama açıp okuduğunuz zaman pek çok yerde Giant'ın progressive rock standartları için bile sofistikasyonu yüksek, deneysel, içine girmesi zor bir isim olduğu yazar. Gereğinden fazla cesaret kırıcı bir genelleme bence; Giant'ın paleti çok geniştir, daha zor, "deneysel" işlerinin yanında, benim buraya koyduklarım gibi, oldukça sıcak şarkıları da boldur. (Hiç sevmem bu "deneysel" lafını, bir şeyin alışılmışın dışında olması onu yapanların bir şeyler "deniyor" olduğu anlamına gelmez, ne yaptıklarını da, ne sonuç alacaklarını da son derece iyi biliyor olabilirler. Deneysel müzik diye bir şey ayrıca var, bu o değil.) Zor gibi görünenler de aslında sadece biraz zaman, biraz özen istiyor. Kaldı ki, "progressive standartı" da bence bu demek. Daha önce de bahsi geçmişti, progressive rock'ın yapmış olduğu bence en önemli şey bu; popüler müziğin kullanılma biçimini değiştirmek. Bir yandan popüler müziği, kişilerin hayatlarını dekore etmek için kullanacakları, tipik duygulanımların öğrenilmiş tonlarına denk gelecek tek renkli arkaplanlar toplamı olmanın ötesinde, üretirken de yüzleşirken de emek harcanacak, refleksle değil özenle ve sorgulayarak haz alınacak bir sanat ürünü olmaya iteklemiş, diğer yandan da bunu çağdaşı avant garde yapıların aksine, yaygın kitle kültürü araçlarını kullanarak ve geniş kabul görmeyi becererek yapmış. Bir kitabı eline alıp okuyan, bir film karşısında iki saat konuşmadan ve kımıldamadan oturan, ama müziği sadece dans etmek, eğlenmek, iyi hissetmek ya da tribe girmek için fonda kullanmış bir kuşağa müzikle de benzer bir kavrayış halinde yüz yüze oturulabileceğini anlatmış. Artık pek popüler olmasa da, hala da anlatıyor, benim için böyle oldu en azından.

Ve Gentle Giant benim için, King Crimson ve Pink Floyd gibi daha bilindiklerle beraber bu tatlı eğitimin en temel isimlerinden oldu. Eğer yanlış bilmiyorsam grupta yer almış müzisyenlerin çoğunluğu formal müzik eğitimi almış insanlar ve multi-enstrümentalistler. Kompozisyonlarına ve bunlara girip çıkan klasik ve folk müzik yapılarına hakimiyetlerinden bu belli zaten. Ama derinliği, zenginliği bir yana, benim Giant müziğinde çok sevdiğim başka bir şey var: kompozisyonlar ne kadar salınsalar ve geniş bir alanda dolansalar da müziğin neredeyse hiç sivri bir köşesi olmuyor. Trevenian'ın Kasabası'nda bir Yunan tavernasındaki insanlar için geçen çok sevdiğim ve hiç unutmadığım bir cümleyi çağrıştırıyor; "düzgün yürüyemeyecek kadar sarhoşlar, denge ve zerafetle dansediyorlar". Müziğin sarhoş bir tarafı olduğundan değil çağrışım, ama sergilediği denge ve zerafet öyle kendiliğinden, doğal bir kontrolle sunuluyor, şimdi tökezleyecek dediğiniz yerlerde öyle yumuşakça dönüveriyor. İsimle yukarıdaki kapağın birlikte verdikleri o 'müşfik dev' imgesine çok iyi oturuyor bence bu. Three Friends mesela. Bu şarkıdaki mesele sarhoşluk da değil, deneysellik de, tam tersine, karmaşık zaman işaretlerine ve rock'dan çok klasik müziğe yakın kompozisyon yapılarına müthiş bir hakimiyet söz konusu, ama işte etkisi bu oluyor: nasıl ayakta durabildiğine şaşırdığınız bir devin denge ve zerafetle dansetmesi gibi. Hem de yumuşacık. 

Bu yuvarlak, yumuşak hissin bir kaynağı da kullanılan ses mühendisliği. Giant'ın ses tonları, ses dokuları (ses rengi mi deniyor aslında tam olarak bilemiyorum, ama bence doku daha iyi, tekstürel bir şey bu; yani "kadife sesli" deriz mesela) her zaman çok özenlidir, bu anlamda kendimce Pink Floyd'un yanına koyarım onları. Bence bu alemdeki en güzel, en doyurucu bas tonuna sahipler, hele Black Cat ve Aspirations gibi şarkılarda, nasıl güzel, rüyamsı, kadifemsi. Vokalistlerinin de mesela aslında öyle çok özellikli bir sesi yok, sadece çok kontrollü ama çok iyi kaydedilmiş, çok yakın bir etkisi var. Canlıyken de gayet nefisler, misal;



Hepsi için aynı şekilde "eski" dedim, ama benim dinleyip sevdiğim ilk Giant şarkısı Wreck olmuştu; diğerlerinden biraz daha eski yani benim için. O "hey heyya hold on" kısımlarını pek bir sevmiştim. 


olumlayan şarkılar

1. (ŞU ARALAR)
Talkin', MIDNIGHT SUN, Danimarka, 1971.
2. (ESKİ)
Tobacco Road, JEFFERSON AIRPLANE, ABD, 1966.
3. (ŞU ARALAR)
Where You Going to Be, MIDNIGHT SUN, Danimarka, 1971.
4. (ESKİ)
Pretty As You Feel, JEFFERSON AIRPLANE, ABD, 1971.
5. (YAKIN ZAMAN)
Happy Nightmare, FOCUS, Hollanda, 1970.
6. (YAKIN ZAMAN)
Paxton's Backstreet Carnival, STRAWBERRY ALARM CLOCK, ABD, 1967.
7. (ÇOOK ESKİ)
Please Come to Chicago, CSNY, ABD, 1971.
8. (Video) 
(YAKIN ZAMAN)
Love, STONE THE CROWS, İskoçya, 1970.





Bir de kollarını şööle hafif yukarı kaldırıp, omuzlarından, belinden sakin hareketlerle ve yüzünde son derece kendinden hoşnut bir ifade ile sallanılan şarkılar var. Dans etmek değil kastım, ‘dans müziği’ çok başka (ve yer yer sıkıntılı) bir konu. Ben, tatlı tatlı sallanan ve kendisi ile birlikte sallandıran müziği diyorum. Olumlu bir havası olan müzik yani,  nefis. Güneşli, çiçek kokulu, Age of Aquarius halleri, Summer of Love havaları. Midnight Sun’ın kapağı gibi.




Şu aralar bu albümü dinledikçe ilk gençlik yıllarının kopkoyu melankolik, depresif şarkılarla geçen dönemlerine üzülüyorum. Kötü müzik değil elbet, onlar da zevkle dinleniyor, ama bir yandan da yazık. Şöyle bir durum var sanki; 90’ların başlarından beri müzik endüstrisi, (başka şeylerin yanında) ergen bunalımının da çok bereketli bir pazar oluşturduğunu fark etmiş durumda. Belki de müziğe düzenli ve yoğun olarak para veren grubun yaş ortalaması zamanla 20’lerden 12-17 arasına yönelmiştir, o yüzdendir, ama sonuçta ortalık, tam da zavallı bizlerin ilk gençlik yıllarında, bu kitleyi hedeflemiş gruplarla dolmuş oldu: enerjik olduğunda güçlü ya da yönelimli değil, sadece taşkın olan bir enerji, olmadığında ise depresif: tam ergen halleri işte. Başımın üstünde yeri olan istisnalar bir yana, MTV’nin rock müziği bu değil mi? (Sözlerden bahsetmiyorum bu arada, sözlerle neredeyse hiç ilgilenmiyorum, en azından burada. O yüzden lafı açılmışken söyleyeyim; dikkat etmeden, nefis müzik diyip rezalet bişeyler anlatan şarkılar koyabilirim buraya. Böyle bir durumda beni siyaseten doğruculuk adına hafiften uyaran olursa memnun olurum.)
Bu benimki kötü bir tavır oldu aslında, şurada çalan müziği neredeyse zıddı olan üzerinden anlatmaya çalışmak. Ortada iyi bir şey varsa onu övmek gerek aslında, o kadar.

Olumlu, olumlayan. Ama illa ki cıvıl, neşeli de değil. Belli belirsiz bir hüzün de olabilir içinde, ama puslu, bulantılı bir hüzün değil, o da berrak, kendisinden hoşnut bir hüzün. Bazı Rumeli, Ege ya da Karadeniz türkülerindeki gibi. Ve ritmik olarak da, çoğu zaman aksayan bir ritim. Ölçüde 6/8 pek güzel aksıyor, daha standart 4/4, 8/8 de olabilir, isteyen onun da belini pek güzel kırıyor. Ama videodaki Love misali 7/8 gibi kendiliğinden oynak bir şey olursa daha bi tatlı oluyor. (7/8, 9/8, 10/8; bunlar gayet alaturka yapılar zaten. Bu şarkıya göbek de atılır;).
Stone the Crows’un vokalinin (Maggie Bell) pek güzel bir sesi, şarkı söyleyişi var; güçlü, biçimli. Şarkının ortasındaki tribal bölüm bence lüzumsuz. Bu şarkı için en azından. Bir de, şarkının albüm versiyonu böyle canlı, güçlü değil, bu videoda daha tempolu ve dolu dolu çalmışlar.




Please Come to Chicago, benim CSNY’nin (Neil Young da sürekli olunca böyle oluyor isim) bir filmden öğrendiğim ikinci şarkısı. Konu yine Vietnam, bu sefer bir yarı belgesel, gerçek bir hikaye. Chicago’daki savaş karşıtı gösterilerde tutuklanan insanların mahkemesi ile ilgili. Yine yıllarca aklımda tutup internet ortaya çıkınca ulaştığım bir şarkı.

Ve bu şarkıyla ayyuka çıkan, olayın bir de bu yönü var; bu şarkılardaki çiçek kokusu sadece estetik bir tercih de değil. Zamanın naif, bile bile naif, ve bu yüzden de naif olmayan bir şekilde naif (“gerçekçi ol, imkansızı iste”de olduğu gibi) politik eylemciliğinin de bir yansıması bu. Ya da, belki de gerçekten de, sanat hayatı değil de hayat sanatı taklit ediyordur, ve çiçek gücünün siyasi içeriği aslında o şarkılardaki çiçek kokusunun yansımasıdır.

khan

1. (ŞU ARALAR)
Postaeolian Train Robbery, COS, Belçika, 1974.
2. (ŞU ARALAR)
Populi, COS, Belçika, 1974.
3. (YAKIN ZAMAN)
Space Shanty, KHAN, İngiltere, 1972.
4. (YAKIN ZAMAN)
Stargazers, KHAN, İngiltere, 1972.
5. (ESKİ)
Working All Day, GENTLE GIANT, Ingiltere, 1972.
6. (ÇOOK ESKİ)
Wooden Ships, Crosby Stills and Nash, ABD, 1969.




Cos dönüp durdukça (eskimiş bir ifade diyecektim tam, ama düşününce hard disc de dönüyo aslında içerde bi yerlerde) sever oldum. Tatlı sıcak müzik. Sempatisi, ciddiyet adına attığı feykten geliyor sanki: kendilerini çok ciddiye almaz bir havada kuruyorlar müziklerini, ama gayet de ciddi bir müzisyenlikle sunuyorlar. İki şarkı da başladıktan sonra havayı yükseltiyor; Postaeolian çok bariz bir biçimde, Populi daha belli belirsiz. Sanki çaktırmadan iyi müzik çalmak cinsi bir amaçları var gibi. (Postaeolian'nın başındaki sunuş konuşmasında "wellcome to the cosy world of Cos" diyor ya zaten:)



Khan, işte tam tersi. Büyük hedeflerle kurulmuş bir süper-grup ("süper bi grup" değil de, hali hazırda tanınmış, kendi isimleri, kariyerleri olan müzisyenleri bir araya getirerek oluşturulmuş bir proje grup manasında). Tek albümlük olmuş bu da, sonrasında da, dahil olan isimler yine zamanın büyük gruplarında işlerine bakmışlar (bu isimler, hikayeler vs ProgArchives'da, Wikipedia'da falan var, pek copy-paste bir blog olmasın istiyorum bu, daha müziğin kendisi ile benim aramda olup bitene dair kalsın. Yan sütunda ikisi de devasa deryalar olan iki link var, ilgilenene). Cos'un tersi olma meselesine dönersek, albüm (Space Shanty) en başından büyük bir şey olsun diye niyetlenilmiş bir albüm, tevazü söz konusu değil yani, tersine her ses, üzerine harcanan emeği yansıtsın diye seçilmiş. Şimdi yukarıda Cos'u övmüş olmam burada bunu yereceğim anlamına gelmiyor (iki yıldır falan zevkle çevire çevire dinliyorum zaten albümü). Geçen seferki derinlik/samimiyet konusuna da atıfla, sıcak müzikle özenli müzik arasında tercih yapmak zorunda değilim, (böyle sınıflar da yok aslında tabi, nispeten demeye getiriyoruz, ya da daha öne çıkan tarafı olarak). 


Aslında böyle özenle, tane tane örülen müziğin verdiği (ya da teklif ettiği, kendi kendine gelen bir şey değil çünkü bu) başka tür bir yakınlık var. Bir şarkı her şeyden daha çok, seslerin tek tek, birlikteliklerinin, arka arkalıklarının başka herhangi bir şekilde değil de böyle seçilmişliği olduğu zaman, yani bir aşk şarkısı ya da gaz şarkısı vs değil de o seslerin şarkısı olduğu zaman, onu dinlemek dinleyici tarafında da özenle kurulan bir ilişkiye, yakınlığa dönüşmeye başlıyor. Bunun hazzı aslında, estetik olanın yanında ve ona eşlik eden bir şekilde, başka bir (grup) insanın zihniyle ve zihinsel üretimiyle doğrudan kurulan entelektüel ilişkinin verdiği haz. "Ne içli, ne tatlı şarkı!" şarkılar var, "haydi oturmaya mı geldik!" şarkılar var, ama bir de işte "ne güzel örmüşler, ne güzel çalmışlar yahu!" şarkılar var. 

Khan özelinde değil, ama bu tür müzik için genel olarak, bir çeşit “soğukluk” eleştirisi sıklıkla yapılır, özellikle türün büyüklerinin (Genesis, Gentle Giant vs) ve genel olarak progressive rock’ın, 70’lerin başından aldıkları bir gazla, gittikçe daha erişimi zor, kendisine odaklı, gösterişçi bir müzisyenliğe yöneldikleri, hatta önceki on yıldan gelen kolektif enerjinin, 80lere doğru sağdan pop müziğin soldan punk’ın savurduğu anti-entelektüalizm ile dağılıp gitmesine bu tavrın sebep olduğu yazılır çizilir. Büyüklerin genel tavır ve duruşları ile ilgili konu doğru olabilir, özellikle sahne gösterileri, şarkı sözleri vs söz konusu olduğunda, ama müziğin kendisi ile ilgili eleştiriyi ben biraz acımasızca buluyorum. Tersine, bu dönem bence müziğin iki ucu adına (müzisyen – dinleyici; müziğin üretimi – alınışı, karşılanışı) popüler müzik tarihinin en heyecan verici anomalisine denk geliyor. Kusur aranacaksa ara formların tutuculuğunda aranmalı (büyük plak şirketleri, stadyum konserleri vs). Bu konu uzun, ama dinleyiciden müzik dinleme (ya da kullanma) alışkanlığını değiştirmesini talep eden ve tek bir kuşak için de olsa yaygın bir karşılık alan türün üretimine de, bunun tarihsel anlamına da haksızlık ediliyor. Ama neyse, uzamadan buradan çıkalım (belki sonra).

Space Shanty'nin ilk 1 dakikalık vokal kısımlarına aldanmayın, o kısımlar daha doğrudan bir tip rock’n roll hazzın rifflerindeler, hemen arkasından başlıyor tarif etmeye çalıştığım enstrümantal kısımlar. Birbirini takip eden 5-6 tematik bölüm var. Grubun içinden çıktığı ortamın (Canterbury Scene diyorlar) diğer örneklerindeki gibi, oturulup yazılmış melodik cümlelerle emprovize sololar arasındaki oran klasik rock’a göre daha çok ilki lehinde. Gitar klavye diyalogları çok keyifli. Ben en çok, az çok en belirgin tema gibi görünen melodinin (en, çok, az, çok, en yazıldı yahu arka arkaya) sabırla kendisini kurup bi noktada tatlı bir zirve yaptığı ama sonra çok da ısrar etmeden tekrar çözülüp gittiği kısmı seviyorum (kısımlar aslında; önce 1:30 gibi başlıyor, sonra 6:28de bi daha). Enstrümantallerde böylesi hep daha çok keyif veriyor bana; daha standart “aha bu bizim melodik temamız, bu çeşitlemesi, bunlar aynı altyapı üstüne sololar, bi daha tema, bitti” yapı değil de, o melodik temanın gözlerimin önünde (kulaklarımın tabi) yavaş yavaş kurulması. Bölümler arası geçişler, bütünün oluşturduğu kompozisyon, ilerleyişi, beklenmedik bir yere kırılacaksa onun yeri, tadı falan gayet ikna edici; bu her grupta böyle olmuyor çünkü, bazılarında “bizde şarkılar uzun olur” havasında aynı tonda ama başka yere bağlasan da olur kompozisyonların birbirine yapıştırılmasına dönüyor iş.

Madem adı geçti, aynı yıldan bir adet Gentle Giant. Çok zor seçtim, çünkü en sevdiklerimden birisi olmaması gerekiyor, zira sonra Gentle Giant zamanı gelecek.


Çoook eski şarkılar kontenjanında Wooden Ships. Lise zamanlarındaydı, televizyonda bi film yakalamıştım, güzelce, 70lerde Amerika’da bir taşra kasabasında bazı genç insanlar, Flower Power’a ucundan ilişme çabasındalar, sonra Vietnam’a gönderilmek üzere askere çağırılıyorlar. Değişik biçimlerde baş etmeye çalışıyorlar durumla, sonuna doğru bi tanesi sevgilisiyle beraber voswos minibüslerine atlayıp Kanada’ya gidiyor, orası asker kaçağı Amerikalıları kabul ediyor çünkü. Yolda, asker dolu kamyonlar konvoyunun yanından geçiyorlar ters yönde, sevgilisi camdan sarkıp el falan sallıyor bunlara, kimisi aynen cevap veriyor, kimisi orta parmak çıkarıyor, arkada da Wooden Ships’in en vurucu yeri çalıyor: “We are leaving you don’t need us”. Filmlerde çarpıcı sahne – güzel müzik ikilisi her zaman ikisini de çok özel bir yere koyar ya, öyle yerleşti bu şarkı bana. Çalan CSN değil Jefferson Airplane versiyonuydu, o zamanlar JA’den haberdardım ama şarkının onların olduğunu bilmiyordum, yıllar sonra internet icat olunduğunda “We are leaving you don’t need us” yazıp aradığımda fark ettim ki zaten bildik insanlarmış. Ondan da yıllar sonra CSN versiyonunu dinledim ve şarkıyı iki gruptan insanların olduğu bir ortamda birlikte yazdıklarını, ikisinin de (kendi tarzlarınca) albüme koyduğunu ve böylece rock müzik tarihine iki orijinal versiyonu olan bir şarkı olarak geçtiğini öğrendim. İkisi de benim için tüm zamanların en sevilenlerindendir. (CSN’in bir filmden öğrendiğim başka bir şarkısı daha var, sonra).

ilk

Radyo gibi. Şarkılar listesi gibi. Aranıp bulunmuş, karşıma çıkmış, sevilmiş, çok beğenilmiş, ama hemen listeye alınmamış, bilerek cebimde unutulmuş, etrafta dolaştırılmış, sonra hala aynı mı diye çıkarılıp bakılmış şarkılar, yandaki şarkının dediği gibi. Bazen uzun uzun yazabilirim de, bazen de sadece çalıp dinleriz, sizde bizde falan hep yaptığımız gibi. 
Başlıyoruz:

1. (ŞU ARALAR)
Le Partie, COS, Belçika, 1974.
2. (YAKIN ZAMAN)
Harlequin of Love, PAZOP, Belçika, 1972.
3. (YAKIN ZAMAN)
Swaying Fire, PAZOP, Belçika, 1972.
4. (YAKIN ZAMAN)
One First Of April Physical And Mental Short Circuit, BIRTH CONTROL, Almanya, 1976.
5. (YAKIN ZAMAN)
La Cigüena De Zaragoza Cha Cha D'Amour, BIRTH CONTROL, Almanya, 1976.
6. (ÇOOK ESKİ)
Tweeter and the Monkey Man, TRAVELING WILBURYS, ABD, 1988.

COS




Pazop benim için şüphesiz geçen yılın en iyi keşfiydi. Ne yazık ki tek albümlük gruplardan, fakat pek uzun sürmüş o tek albümün çıkabilmesi ve bu da gayet net hissediliyor. Bütün albümde boş iş yok, şarkıların hepsi tek tek çok iyi, olgun, oturmuş. Bir çeşit best of havası var yani. Son derece zengin düzenlemeler ve gayet iyi müzisyenlik. Ama insanı çeken başka bişeyler daha var, nasıl söylemeli, albümün ses dokusuyla ilgili sanki; düzenlemeler çok özenli, pek çok yerinde sanki beş kişiden fazlası için yazılmış bir müzik, ya da en azından daha iddialı bir orkestrasyonu gayet rahat kaldırabilir gibi, ama diğer yandan da beş kişi hep beraber ve tek seferde çalıp kaydedip çıkmış gibi. Yazarken senfonik derinlikte, sunarken rock beşlisi samimiyetinde. Derinlik/samimiyet ikilisi bir ölçeğin iki ucu değil sonuçta, bu albümün bende bıraktığı da bunların dengeli birlikteliğine dair bir tat. Vokalin yırtık hallerinin de etkisi yok değil bunda. Şarkıların tek tek havaları da pek hoş. Harlequin'in oynak bas yürüyüşü, Zappavari kes yapıştır düzenlemesi, Swaying'in tatlı vokal melodisi. Her şarkıda var bir şeyler. Bu arada gitarın yokluğu, ilk açıp okuduğunuzda ilginç bir sonuç beklentisi yaratıyor, ama sonra ilginç olanın bu yokluğu hissetmiyor oluşunuz olduğunu farkediyorsunuz. Burda mesele tabi aslında klavyecinin becerisi. Rhodes, Hammond, Moog (yanlış duymadıysam) bol ve rahat kullanılmış ve bunlar hem ses hem tavır olarak gitara yaklaşabilen enstrümanlar. Dinledikçe gitarsız düzen bir konu olmaktan çıkıyor. 


Birth Control son 2-3 senedir bolca dinlediğim bir grup oldu, ama bu albüm (Backdoor Possibilities) açık ara öne çıktı. Bunlar daha çok Hard Rock tarafta kalan bir grup, iyiler de o işte, ama bu albümle daha bariz prog bi iş yapmak istemişler. Çok da güzel yakıştırmışlar ellerine. Ama gariptir, kendi hayran kitlelerini ikna edememişler, sonrasında devamı gelmemiş burdaki tavrın, önceki tarza dönülmüş. Bu da kendi başarının kurbanı olmak herhalde. Yazık bi şi.


Tweeter lise yıllarından sevilen bir şarkı. Bob Dylan'ı niçin sevdiğimizi hatırlatıyor; bu, nasıl güzel bir hikaye anlatmaktır böyle..