19.5.11

20XX

1. (YAKIN ZAMAN)
Tungar Dudu, ASTRO CAN CARAVAN, Finlandiya, 2005.
2. (YAKIN ZAMAN)
The Scale of Anubis, ASTRO CAN CARAVAN, Finlandiya, 2005.
3. (YAKIN ZAMAN)
Harmony, BEARDFISH, İsveç, 2007.
4. (ESKİ)
Dislocated Day, PORCUPINE TREE, İngiltere, 1995.
5. (YAKIN ZAMAN)
Everywhere, CAROLINE HENDERSON, Danimarka, 2008.
6. (ESKİ)
Anonymus, ERIK TRUFFAZ, İsviçre, 2007.
7. (ŞU ARALAR)
Film Blues, NOSTALGIA 77, İngiltere, 2009.
8. (ŞU ARALAR)
Aquelarre Satiri Sarnaz, AKINETON RETARD, Şili, 1999.
9. (ESKİ)
P.I.G., CONTEMPORARY NOISE QUINTET, Polonya, 2007.





Progressive Rock, 1970'ler; o anlaşıldı. Da, başka bi şey dinlenmez, sevilmez mi, güncel bişeyler mesela? Olma mı. Güzel bi zamane ismi bulup takip etmek, yeni albümleriyle heyecanlanmak, en güzeli de, denk getirip gidip sahnede görmek, bunlar pek leziz şeyler. O halde bu sefer 2000ler civarındayız. 

Güncel işlerin daha heyecan verici olanları daha yoğun olarak jazz dünyasında olup bitiyor. Önceki yazılarda progressive ahalisini genel olarak övmek için söylenen şeylere yakın olan dünya, rock müzikten ziyade orası şu ara. Rock dünyasından da çok sevdiğim bir iki şey çıkıyor zaman zaman, ama bunlar da, neredeyse istisnasız, 1970'lere yaptıkları atıfla çekiyor dikkatimi. Kafaları çok karışmadan önce Mars Volta öyle heyecanlandırmıştı beni, Porcupine Tree, netekim benzer, şu aralar da Beardfish var müzik listemde o kadroda. Burdaki şarkıları aslında grubu temsil etmek için en iyi seçim olmayabilir, giriş bölümü hariç, şarkının yapısı oldukça standart. Ama pek güzel, pek tatlı çalıyorlar, Hammond, gitar, hepsi pek tadında. Hammond solosu hele. Keşke daha çok insan böyle çalsa. 

Diğerleri Jazz aleminin köşe bucağından yakın zaman içinde karşıma çıkmış isimler. C. Henderson'u The Hague Jazz'da dinlemiştim ilk kez, gece 02.30 gibi başlamıştı, rüya gibiydi (pek çok anlamda). Truffaz'ın konserinden çıkmıştım, eve dönmeden önce en son hangi sahneye bakayım derken sesine takılıp kalmıştım, treni kaçırttı. Truffaz'ı zaten yıllar önce ODTÜ'de İlhan Erşahin'in yanında dinlediğimden beri takip ediyorum. Nostalgia 77'ın her işini sevmiyorum, bu albüm çok hoş. Ve Astro Can Caravan nefis. Zaten bi jazz grubunun isminde iki iyi prog grubun adı geçiyorsa hemen ilgiyi gıdıklıyor (var mı böyle bir atıf bilmem ama). 

18.4.11

ezgi

1. (ŞU ARALAR)
Musen, LOTUS, İsveç, 1974.
2. (ŞU ARALAR)
Chicos Shuffle, LOTUS, İsveç, 1974.
3. (YAKIN ZAMAN)
Time Will Change, MISSING LINK, Almanya, 1972.
4. (YAKIN ZAMAN)
The Rain, EDDIE GALE, ABD, 1968.
5. (ESKİ)
In Memory of Elizabeth Reed, THE ALLMAN BROTHERS BAND, ABD, 1970.
6. (YAKIN ZAMAN)
Loveliness, SOLAR PLEXUS, İsveç, 1972.
7. (ESKİ)
Tranquility, JOHN BERBERIAN, ABD, 1968.

8. (VİDEO)
Sen, ÖNDER FOCAN, Türkiye, 2007.





Bizim şu insanlara güncel anlamları olan isimler verme işine bayılıyorum, pek çok yerde yok bu, dünyada isim olarak kullanılan çoğu kelimenin tek (güncel) anlamı daha önce başka insanlara da isim olmuş olması. Bizdeki gibi olunca da hayatlarımızdaki insanlarla isimlerinin karşıladıkları kavramlar birbirlerine göz kırpar olmaya başlıyorlar. İki Ezgi var benim hayatımda, birisi sevdiceğimin, diğeri çok yakın dostumun kız kardeşi. Böyle olunca Ezgi isminin bende, sadece yakınlık üzerinden değil, gündelik olarak da çok gerçek bir geçerliliği olan "canımın içi tatlı küçük kız kardeşim" şeklinde bir çınlaması var. Bu çınlama da ister istemez kavram olan ezgiye de yansıyor. E zaten, ezginin müzik içinde canımızın içine en yakın olma gibi bi durumu yok mu, dinleyip durduğumuz, sevdiğimiz şarkıların en çok, ya da en kolay, yanımızda taşıdığımız bileşeni değil mi ezgi. Yakışıyor yani, sevecen bir şey bu ezgi. 

Çoğu zaman bir şarkıda akor progresyonu ve bunun sunumu üzerine kafa yorulduğunu hissediyorsunuz, ezgi de onun içinden ona uygun bir şey olarak uydurulmuş oluyor; başka bir milyon farklı ezgi de oraya uyabilir yani. Ama bazı ezgiler, tek bir notası değişse dağılıp gidecek gibi oluyor, her şeyden çok, her şeyden önce varmış gibi, daha şarkı çalınmaya, hatta yazılmaya oturulmadan önce, müzisyenin kafasında tammış gibi. Müzisyenin tüm çabasının onu oradan çıkarıp hakkınca ortaya koymak olduğunu hissediyorsunuz. Böylesi, akorları da, tüm altyapıyı da, takip edecek soloları da peşinden sürüklüyor oluyor. Ben böyle çalan insanları çok seviyorum; gitarı (ya da enstrümanı) "konuşturmak" bununla ilgili bence (yoksa cambazlıkla değil). Lotus'dan mesela, böyle bir tat aldım: gitar şakıyor tatlı tatlı, birisi gitar çalıyormuş gibi değil de, gitar şarkı söylüyormuş gibi. 

Diğerleri de ezgileriyle dikkatimi çekmiş şarkılar. Çok basit ezgilerle çok güçlü etkiler. The Rain'de yabancılaştırılarak perçinlenmiş bir tat var, Allman Bro.'nunki çok "serin", Loveliness çok da sevimli değil, daha ağdalı, ısrarlı bir ağırlığı var. John Berberian ilginç bir isim, grup Amerika'da yaşayan bazı Ermeni müzisyenlerinmiş, isim de takma bir isim gibi duruyor zaten (grubun tam adı "John Berberian and the Rock East Ensemble"). Şarkı pek tatlı ve bu melodi meselesinde doğunun nasıl bambaşka bir gücü olduğunu hatırlatıyor. 

Ve konu ezginin doğu-batı hallerine gelince de, Önder Focan'ın Swing A La Turc'u, elbette. Televizyonda Focan'ın Şenol Filiz için buralardaki en sevdiği şarkı yazarlarından olduğunu söylediğini duymuştum, sonra albümü dinleyince (bir kez daha) çok takdir ettim Focan'ı, Filiz'in ezgilerinin hakkını nasıl samimiyetle verdiğini dinleyip. 



1.4.11

en

1. (ÇOOK ESKİ)
Help on the Way, GRATEFUL DEAD, ABD, 1975.
2. (ÇOOK ESKİ)
Pictures of a City, KING CRIMSON, İngiltere, 1970.
3. (ESKİ)
Meeting of the Spirits, MAHAVISHNU ORCHESTRA, ABD, 1971.
4. (ÇOOK ESKİ)
Indiscipline, KING CRIMSON, İngiltere, 1981.
5. (ESKİ)
Zomby Woof, FRANK ZAPPA, ABD, 1973.





Bu sefer hiç laf salatası olmadan sadece muhteşem şarkıların olduğu bir liste koymak istedim. Hepsi benim için uzun uzun yıllanmış, tüm zamanların en iyileri listesinde tepelerde yer alan ve devasa gruplardan gelen şarkılar. Crimso, Zappa ve Dead; benim üç başucu ismimdir, bu da böyle bilinsin isterim. 

20.3.11

reçelin iyisi

1. (ŞU ARALAR)
The Pope, EXMAGMA, Almanya, 1975.
2. (ŞU ARALAR)
It'a So Nice, EXMAGMA, Almanya, 1975.
3. (ŞU ARALAR)
25 Two Seconds Before Sunrise, EXMAGMA, Almanya, 1974.
4. (ESKİ)
Watkins Glen Soundcheck Jam, GRATEFUL DEAD, USA, (1973).
5. (ÇOOK ESKİ)
Careful With That Axe Eugene, PINK FLOYD, İngiltere, (1969).





Son zamanlar karşılaşıp sevmiş olduğum bir diğer grup da Exmagma oldu. Sevdiğim türden bir jamming havaları var. Müziğin daha çok grup doğaçlaması pratiğine yaslanmış haline diyorlar jam diye. (Bu “reçel” olan “jam”den gelmiyordur herhalde, ama ikisi de “doldurmak, tıkıştırmak, istiflemek, sıkıştırmak” falan gibi olandan geliyordur tahminimce). Bu jam işinin müziği ve müzik içinde kendisini çok özel kılan bir tarafı var. Müzik zamanın içinde olup-oldurulup biten bir şey ya hani, onun zarfı da, iskeleti de her şeyden çok zaman ya, doğaçlama halleri de işte bunu iyice vurgulayan, güzelce çıplaklaştıran haller. Müziğin “hemen o an, hemen oracıkta”lığını baş tacı eden. 


Dediğim gibi, Exmagma’da sevdiğim türden bir reçelleme havası var: altta, öylece ortaya atılmış gibi duran ve ısrarlı, kararlı bir monotonlukla tekrarlanan basit ve güçlü bir riff, ki böylece asıl meselesi, üstüne gelecekler için daha geniş bir hareket alanı bırakmak olacak. Bunun üstünde de, çoğunlukla olduğu gibi “solo” yapan enstrümantalistler değil, vokal dahil, kısa, vurgulu müzikal ifadeleri katman katman döşeyen el işçileri. 

Bu tür jamler, çok becerikli, derinlikli, birikim ve donanım sahibi müzisyenlerin ellerinde bambaşka şeylere dönüşebiliyor. Miles Davis’in Bitches Brew Sessions’ı örneğin, (kesilip kısaltılmamış versiyonu) 3 saatten uzun süren bir “müzik, şu an buracıkta yeniden anlamlandırılıyor, haberiniz olsun” performansı. Ama ben bu halleri o kadar usta, ya da iddialı diyelim, olmayan müzisyenlerin ellerinde de çok seviyorum. Hatta öylesini bir başka türlü seviyorum. Elleri enstrümanlarının üzerinde, hem onların hem bizim, hepimizin birden derdini söyleyiverecek yeri arayıp duran, bulacaklarından değil elbet, ama sahneye (ve kayda) da bu arayışı dürüstçe koyan gruplar. Çok iyi bildiklerini çok iyi anlatan değil de, hep bi şeyler dillerinin ucundaymış gibi çalan insanlar. Böyle olunca “o an, orada”lık hali çok inandırıcı oluyor. Pink Floyd’un ilk yılları geliyor akla, beni bu hallerle tanıştıran albümler onlar. Özellikle Ummagumma, özellikle de canlı olan ilk yarısı, ve özellikle de yukarıdaki şarkı, bana çok o an, orada olma hayalleri kurdurmuştur. Başkaları da geliyor elbet, Soft Machine mesela (ama ben onların o kendine cazcı hallerini biraz sıkıntılı buluyorum. Exmagma’yı tercih ederim). 

Bunlarla birlikte, bazıları Jam Band dendiği zaman bir tanecik “the Jam Band” bilirler: Grateful Dead. Böyle “başkasını tanımam” hallerine gerek yok elbet, ama Dead’in bu alanda kıyas tanımaz bir isim olduğuna da şüphe yok. Bambaşka derya Grateful Dead, onu anlatmaya bu yazının nefesi yetmez, ama jam hallerinden bahsediyorsak da, meşhur Watkins Glen Soundcheck’i anmamak da günah yazar. 

Yukarıdaki kayıt, tam olarak isminin söylediği şeydir; Watkins Glen festivalinde sahne almadan bir gün önce yapılan soundcheck sırasında kaydedilmiş olan jam. Dahası bu jam, soundcheck’in sadece bir kısmıdır, tamamı, bilinen bazı şarkılarını da çaldıkları saatler süren bir performans aslında. Hikaye şu; Watkins Glen, tek günlük ve Dead ile birlikte The Band ve The Allman Brothers Band’in sahne alacağı bir açık hava festivali. Konserden bir gün önce, sahne kurulduktan sonra, gruplar soundcheck yapmak istiyorlar, fakat festival için gelen binlerce insan da sahnenin önüne yerleşmiş bile. Yine de The Band çıkıp soundcheck’ini yapıyor, Alman Bro. çıkıp yapıyor, birkaç da şarkı çalıyor. Sonra Dead çıktığında inmek bilmiyor, oradaki herkese, bir gün önceden tamamen bonus bir ziyafet veriyor. Tabi bunu iyilik olsun diye de yapmıyorlar, insanlar onları sevsin diye de, onlar seviyorlar çalmayı, çalmaya doyamıyor adamlar. Ertesi gün, asıl konser zamanı da uzun bir performans daha. (Ve söylemeye gerek yok, ikisi aynı repertuar değil, jamler zaten işin doğası gereği aynı değil.)

Bu hikaye, doğaçlamanın ruhuyla ilgili çok katmerli bir tat veriyor; doğaçlamaya dayalı bir müzik ve bunun doğaçlama oluşan sunumu. Sunumu da, eserin içeriğine uygun bir sanat eseri haline gelen bir sanat eseri, nefis. Bu çalanın gerçek değerine ve anlamına varabilmek için o an orada olmak gerekir herhalde. Ya da hayal edebilmek için, normalde 3 dakika süren bir şeyin sürdükçe sürmesi hissini canlandırmak lazım, müziğin her anını “biraz sonra keserler herhalde” diye düşünerek dinlemek lazım. Zamandan çalınmış bir şey gibi, haddinden uzun süren bir “şimdi” hali gibi. Nefis ki ne nefis. 

Jamin kendisi de Dead müziği ile ilgili iyi bir fikir veriyor. Enstrümanların, daha doğrusu müzisyenlerin birbirlerine göre pozisyonları, karşılıklı ilişkileri çok kendine has. Bas gitar mesela, her yerdeki o “alt yapıyı kuran geri hizmet elemanı” değil burada, diğer gitaristler gibi çalıyor neredeyse, sadece daha alt notalardan. Bir yerlerde Jerry Garcia’nın, Dead’in tamamını bir çeşit drum circle’a benzettiği bir röportaj okumuştum. Sırayla öne çıkılan doğaçlama durumuna göre daha kolektif. Gruba, o asla kendisini yakıp tüketmeyen enerjisini veren şey bu belki. Bir de, elbette, sahnede çalınan şeyin en iyi dinleyicisinin grubun kendisi olması gerekiyor böyle müthiş karşılıklı iletişim, etkileşim falan.. Neyse, apaçık ortada olan şeyler bunlar. 

Hepsi bir yana, bu Watkins Glen, çok nefis hikaye. 


GRATEFUL DEAD

11.3.11

anadolu rock?

1. (YAKIN ZAMAN)
Cometa Rossa, AREA, İtalya, (1975).
2. (ŞU ARALAR)
A La Turca, MIDNIGHT SUNDanimarka, 1972.
3. (ŞU ARALAR)
Batum, MIDNIGHT SUNDanimarka, 1974.
4. (ESKİ)
Strasse nach Asien, EMBRYO, Almanya, 1979.
5. (ESKİ)
Satori Part 2, FLOWER TRAVELLIN' BAND, Japonya, 1971.
6. (YAKIN ZAMAN)
Viva Mi Sevilla, CARMENİngiltere, 1974.
7. (YAKIN ZAMAN)
Arap Bebeğin Dansı, 21. PERON, Türkiye, 1975.

(Anlaşılıyordur gerçi herhalde ama, yıl parantez içinde olduğunda canlı kaydın yılı demek oluyor, şarkının ilk çıktığı yıl değil.)



Listenin ilk beş şarkısı isim, adres bilmeden ve çok da dikkat etmeden dinlense kolaylıkla "bi anadolu rock grubu herhalde" diye yakıştırılabilir. Şimdi buradan "helal olsun bizim çocuklara, dört bi yandan insanları baya etkilemişler"e gitmeyeceğiz, baştan söyleyeyim. Anadolu rock demiş bulundukları şeyi birazcık eleştirmek için seçtim aslında bu şarkıları. Eleştirim müzikal kalite temelinde de olmayacak; haksızlık olurdu, Area ve Embryo mesela, kendi (burdakine göre çok daha şanslı) bağlamları içinde de oldukça öne çıkan isimler, bizden niye böylesi çıkmadı diye yerinmenin anlamı yok. Müziği de, temsilcilerini de çocukluğumdan beri çok sevmekle birlikte, benim bir zamandır bu anadolu rock meselesi ile ilgili bazı sıkıntılarım var. Çok uzatılacak bir şey değil, özetle şu: 

Bu dört ismin her birisinin birden fazla albümünü dinledim, adamlar senfonik rockdan jazz rock'a, oradan bilmem nereye kocaman bir alanda keyifle dolanıyorlar, bu esnada arada dünyanın müzik birikimine de kulak kabartıyorlar, ilgilerini çeken ne varsa iştahla hazmetmeye çalışıyorlar. Buraların (sadece anadolu değil, daha geniş bir orta doğu - doğu akdeniz coğrafyasının) ritim örgüleri ve melodi yapılarının nasıl zengin, lezzetli olduğu da ortada, tadını çıkarıyorlar. Hepsinin hikayesi ayrı, ama müzikal seyahatlerine ne sebeple ya da vesileyle çıkmış olurlarsa olsunlar, sonunda çıkan ürünü dünya vatandaşı müzisyenler olarak ortaya koyuyorlar. (Bunun samimiyetini yitirip bir çeşit turizme yönelmesi riski de var elbet ama onun yargısına kulaklarımız varabilir). (Diğer yandan aynı ortam sadece gezinenleri değil, tek bir lokal müzikal kültürün yoğunluklu araştırmasına girişenleri de kolayca barındırıyor, Carmen mesela; sadece bir çeşit flamenko-rock ile ilgilenmiş, İngiliz menşeili bir grup. Bunları çok dinledim son senelerde, daha da koyarım). 

Aynı dönem burada, anadolu rock dahilinde olan, bununla karşılaştırıldığında, oldukça dar kalıyor. Bu biraz yüzyıllık "batının iyi yanlarını alalım, kendi kültürümüzü üstüne serpelim öyle yutalım yoksa bizi bozar" türküsü gibi sanki. Ve aslında bir çeşit tutuculuk. Dönemin rock müziğinin yaşadığı küresel sıçramanın, yaygınlaşmanın ve aydınlanmanın çok doğru bir yerinde durmuyor. Elbette pek çok iyi iş yapılmış, zevkle dinlenen pek çok şarkı var, ama saplanılıp kalınan "milli bir rock" yaratma takıntısı başka her olasılığı da ya baştan elemiş, ya da bastırıp köşesine sıkıştırmış. İsim de bir çeşit oksimoron zaten, sanki yapılan iş, temel olarak zamanın ruhuyla değil de yerinkiyle ilgiliymiş gibi. Bruno Taut, Nazi döneminde Almanya'dan kaçıp Sovyetler ve Japonya'dan sonra Türkiye'ye sığınmış, akademiyi yönetip pek çok bina tasarlamış ve burada ölmüş, zamanının çok önemli bir mimarı, Türkiye'de daha çok öğrencilerine yönelik yazdığı kitapta şöyle demiş; "her milli mimarlık kötüdür, her iyi mimarlık millidir". Uyarlarsak; siz oturup samimiyetle çaldığınızda elbette içinde anadolu olacak, ama anadolu çalmaya oturulduğunda, hele ki memlekette başka bişey çalmaya kalkanın şansı olmayacaksa, o basbaya kötü olacak, yanlış olacak (rock müzik için konuşuyorum, başka tür için değil). Biliyorum, büyük ihtimale bu, müzisyenlerden çok müzik piyasasının dar kafalılığının sonucudur ("sizin bu cızırtılar satmaz, ama herkesin bildiği türküleri cızırdayın, o satar"). Ama bu Anadolu rock/pop meselesinde ismi sık geçen müzisyenlerin de bunun kavgasını verdikleri ya da sorgulamasını yaptıklarına dair bir iz de yok pek - ya da ben bilmiyorum. Araya kaynamış ve bugün kayıtlarına çok zor ulaşılan bazı çok iyi gruplar var sadece. (Bkz. 21. Peron). 

P.S. Bu arada, Midnight Sun Batum'da nasıl da beceremiyor sanki di mi..

5.3.11

müşfik dev

1. (ESKİ)
Wreck, GENTLE GIANT, İngiltere, 1971.
2. (ESKİ)
Black Cat, GENTLE GIANTİngiltere, 1971.
3. (ESKİ)
Giant, GENTLE GIANTİngiltere, 1970.
4. (ESKİ)
Three Friends, GENTLE GIANTİngiltere, 1972.
5. (ESKİ)
Funny Ways, GENTLE GIANTİngiltere, 1970.
6. (ESKİ)
Aspirations, GENTLE GIANTİngiltere, 1974.
7. (ESKİ)
Think of Me with Kindness, GENTLE GIANTİngiltere, 1972.
8. (Video) 
(ESKİ)
Free Hand, GENTLE GIANT, (1978).




Belki biraz kişisel, ama en bariz şeyi söyleyerek başlamak isterim: Rock müzik tarihinin en güzel, en sempatik albüm kapağı değil midir bu?

Gentle Giant: bana sorarsanız bu müzik yağ gibi akıyor, ama açıp okuduğunuz zaman pek çok yerde Giant'ın progressive rock standartları için bile sofistikasyonu yüksek, deneysel, içine girmesi zor bir isim olduğu yazar. Gereğinden fazla cesaret kırıcı bir genelleme bence; Giant'ın paleti çok geniştir, daha zor, "deneysel" işlerinin yanında, benim buraya koyduklarım gibi, oldukça sıcak şarkıları da boldur. (Hiç sevmem bu "deneysel" lafını, bir şeyin alışılmışın dışında olması onu yapanların bir şeyler "deniyor" olduğu anlamına gelmez, ne yaptıklarını da, ne sonuç alacaklarını da son derece iyi biliyor olabilirler. Deneysel müzik diye bir şey ayrıca var, bu o değil.) Zor gibi görünenler de aslında sadece biraz zaman, biraz özen istiyor. Kaldı ki, "progressive standartı" da bence bu demek. Daha önce de bahsi geçmişti, progressive rock'ın yapmış olduğu bence en önemli şey bu; popüler müziğin kullanılma biçimini değiştirmek. Bir yandan popüler müziği, kişilerin hayatlarını dekore etmek için kullanacakları, tipik duygulanımların öğrenilmiş tonlarına denk gelecek tek renkli arkaplanlar toplamı olmanın ötesinde, üretirken de yüzleşirken de emek harcanacak, refleksle değil özenle ve sorgulayarak haz alınacak bir sanat ürünü olmaya iteklemiş, diğer yandan da bunu çağdaşı avant garde yapıların aksine, yaygın kitle kültürü araçlarını kullanarak ve geniş kabul görmeyi becererek yapmış. Bir kitabı eline alıp okuyan, bir film karşısında iki saat konuşmadan ve kımıldamadan oturan, ama müziği sadece dans etmek, eğlenmek, iyi hissetmek ya da tribe girmek için fonda kullanmış bir kuşağa müzikle de benzer bir kavrayış halinde yüz yüze oturulabileceğini anlatmış. Artık pek popüler olmasa da, hala da anlatıyor, benim için böyle oldu en azından.

Ve Gentle Giant benim için, King Crimson ve Pink Floyd gibi daha bilindiklerle beraber bu tatlı eğitimin en temel isimlerinden oldu. Eğer yanlış bilmiyorsam grupta yer almış müzisyenlerin çoğunluğu formal müzik eğitimi almış insanlar ve multi-enstrümentalistler. Kompozisyonlarına ve bunlara girip çıkan klasik ve folk müzik yapılarına hakimiyetlerinden bu belli zaten. Ama derinliği, zenginliği bir yana, benim Giant müziğinde çok sevdiğim başka bir şey var: kompozisyonlar ne kadar salınsalar ve geniş bir alanda dolansalar da müziğin neredeyse hiç sivri bir köşesi olmuyor. Trevenian'ın Kasabası'nda bir Yunan tavernasındaki insanlar için geçen çok sevdiğim ve hiç unutmadığım bir cümleyi çağrıştırıyor; "düzgün yürüyemeyecek kadar sarhoşlar, denge ve zerafetle dansediyorlar". Müziğin sarhoş bir tarafı olduğundan değil çağrışım, ama sergilediği denge ve zerafet öyle kendiliğinden, doğal bir kontrolle sunuluyor, şimdi tökezleyecek dediğiniz yerlerde öyle yumuşakça dönüveriyor. İsimle yukarıdaki kapağın birlikte verdikleri o 'müşfik dev' imgesine çok iyi oturuyor bence bu. Three Friends mesela. Bu şarkıdaki mesele sarhoşluk da değil, deneysellik de, tam tersine, karmaşık zaman işaretlerine ve rock'dan çok klasik müziğe yakın kompozisyon yapılarına müthiş bir hakimiyet söz konusu, ama işte etkisi bu oluyor: nasıl ayakta durabildiğine şaşırdığınız bir devin denge ve zerafetle dansetmesi gibi. Hem de yumuşacık. 

Bu yuvarlak, yumuşak hissin bir kaynağı da kullanılan ses mühendisliği. Giant'ın ses tonları, ses dokuları (ses rengi mi deniyor aslında tam olarak bilemiyorum, ama bence doku daha iyi, tekstürel bir şey bu; yani "kadife sesli" deriz mesela) her zaman çok özenlidir, bu anlamda kendimce Pink Floyd'un yanına koyarım onları. Bence bu alemdeki en güzel, en doyurucu bas tonuna sahipler, hele Black Cat ve Aspirations gibi şarkılarda, nasıl güzel, rüyamsı, kadifemsi. Vokalistlerinin de mesela aslında öyle çok özellikli bir sesi yok, sadece çok kontrollü ama çok iyi kaydedilmiş, çok yakın bir etkisi var. Canlıyken de gayet nefisler, misal;



Hepsi için aynı şekilde "eski" dedim, ama benim dinleyip sevdiğim ilk Giant şarkısı Wreck olmuştu; diğerlerinden biraz daha eski yani benim için. O "hey heyya hold on" kısımlarını pek bir sevmiştim.